Ekim ayı olmasına rağmen günün öğle saatinde, kavurucu güneşin altında, yüzlerce insandan oluşan o uzun kuyruğu Aziz Petrus Meydanı’nda bekliyor olmak canımı sıksa da az sonra göreceğim o şahane eserin merakı ile kendimi teselli ediyorum.
Nüfusunun %90'ı erkeklerden oluşan bu 1000 kişilik ülkenin, başka ülkeye ait bir başkentte yer alması da çok ilginç! Din görevlileri ve İsviçreli muhafızlardan oluşan bu erkek egemen nüfusun geri kalan kısmı da muhafız eşlerinden ve çocuklarından oluşuyor zaten. Verginin uygulanmadığı dükkanlar ve benzin istasyonunun da varlığının yanı sıra doğum oranının da %0 olan bu yerde yaşamak ve buraya ait pasaportu elde etmek inanılmaz zor.
Böylesi ilginç bir ülkenin kalbinin attığı meydanda ve dünyanın en büyük kilisesi önünde bulunuyor olmak inanılmaz heyecanlı.
Michelangelo‘nun elinden çıkmış olan mimari yapının önüne geldiğimde başımı kaldırıp binanın bittiği yeri bulmaya çalışıyorum. Gökyüzüne doğru uzanan bu sanat eserinin büyüsüne bırakıyorum kendimi. Mistik bir kokunun hakim olduğu iç kısımda bir de ayine denk gelmiş olmak, şanslı günümde olduğumu hissettiriyor bana. Duvardaki ve yerdeki resimleri, heykelleri dini ilahiler eşliğinde neredeyse duygulanarak izliyorum. Koku, müzik, görseller ve hissettiğim ılık hava beni fazlasıyla büyülüyor.
Vatikandan ayrılırken bu anlar geliyor aklıma: Ne sıradışı bir yaşam şekli! UNESCO‘nun tüm ülkeyi koruma altına almış olması da şaşırtıyor beni. Bu bilgiler ışığında zaten yakınında olduğum Roma’ya çeviriyorum rotamı.
7 Temmuz 2007 tarihinde Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri olarak seçilen Kolezyum, en çok merak ettiğim yer. Flavianus Amfitiyatro olarak da bilinen, zamanında dünyanın en büyük arenası olan bu alan, Roma İmparatorluğu’nun uzun zamandan beri ikonik sembolü olarak görülüyor.
Sıcak bir sonbahar günü turist sayısının az olmasını umarak yürüyorum. Böyle bir hayal ne mümkün! Roma'nın en çok turist çeken bu mimari harikasını boş bulmak olası değil. Yine de nispeten seyrek bir anı yakalayıp hatıralara sokmayı başarıyorum.
48 metre yüksekliğindeki bu yapıya hayranlıkla bakarken M.S. 80. yıldan bir eser olduğunu hatırlamak tüylerimi diken diken ediyor. Tam 2000 yıl önce yine çeşitli tiyatrolar, canlandırmalar, dramalar, infazlar ve gladyatör dövüşleri için kullanılan bu alan binlerce yıldır tarihe tanıklık ediyor. Taşlarının sarı-kahverengi tonu, yaşlanmış tecrübeli anılarla dolu bir ihtiyarı andırıyor; kırışmış teni, çökmüş suratı ve düşmüş omuzlarına rağmen hala ayakta olan! Nedense biraz hüzünlü gelir bana tarih ve tarihî yapılar. Bir zamanlar dönemin gözdesi olan yerler, binalar, eserler eskiyince ya önemini kaybediyor ya da paçavra gibi bir kenara atılıyor. Altın kafese bile konulsa işlevselliğini kaybetmiş olduğundan üzgün görünüyor bana bu tarihî eserler.
İnsan da öyle midir acaba? Bir şeyler üretirken, düşünürken, çabalarken ve genç, güzel görünürken mi itibar görür? Elden ayaktan düşünce değeri mi azalır? Bir zamanlar ortaya koyduğu ürünler unutulur mu? Böyle mi oluyor gerçekten?
Ahh, hep yıpranmış duvarların suçu bu. Beni bak nerelere götürdü. Küllerinden doğar da yeniden güzelleşir, canlanır her şey diyerek aklıma şu sözler geliyor: 'İtalya’ya gitmeden Avrupa’ya gittim demeyin, Roma‘yı görmeden İtalya’yı gördüm demeyin, Kolezyum‘u ziyaret etmeden Roma’da bulundum demeyin!' Öyleyse Avrupa’nın kalbi Kolezyum diye düşünerek devam ediyorum.
Navona Meydanı'na doğru yürürken yol üzerinde Capitol Tepesi'ni görüp fotoğraflamadan geçmek olmaz.
Roma'nın en yüksek yedi tepesinden biri olan bu yer aslında bir çok antik kalıntı da içermekte. Mimarisinin Michelangelo tarafından biçimlendirildiğini öğrendiğim tepeye çıkıp şehri yüksek bir yerden seyretmek istesem de güneşin konumu buna izin vermiyor. Batmasına az kaldığını bildiğim o güzelim ışık kaynağını Pantheon'un karşısından da görmek istiyorum.
Bu düşüncelerle adımlarını sıklaştırıp nihayet o en ünlü meydana geliyorum. Navona Meydanı... O, tarihi birinci yüzyıla dayanan, klasik bir çeşme, sokak sanatçıları ve barlarıyla meşhur bu şık alan beni mest ediyor. Roma halkının kafe ve restoranlarda yiyip içerek sosyalleşme, etrafı seyrederek huzurla dinlenme gibi rutin aktiviteleri olduğunu bir kez daha anlıyorum bu meydanda. Roma’daki yüzlerce meydan arasından en güzeli en sevimlisi bu sanırım.
Ben hem orayı doya doya seyredip hem Pantheon'a yetişmeye çalışınca fotoğraf olayını atlamış olmama şaşırıyorum. Demek ki o kadar kendimden geçmişim. Levhayı takip ederek nihayet Pantheon'a kavuşuyorum.
O nasıl heybetli, o nasıl asil bir duruş öyle! Ağzım açık izliyorum birkaç dakika. Nedense sonra aklıma geliyor da ölümsüz bir anı ediniyorum.
Tüm Tanrıların Tapınağı anlamına gelen bu devasa yapı 2000 yıldan fazla dimdik ayakta kalabilmiş. Bütün Roma yapıları içinde en iyi korunmuş olan muhtemelen de dünyada dönemin en iyi korunmuş binası olan bu yer baştan pagan dinine hizmet etmiş olmasından ötürü içerisinde bu dine ait Tanrı Heykelleri de barındırıyormuş zamanında. Sonra kilise tarafından bu heykeller yok edilmiş ve Pantheon Katolik kilisesi haline getirilmiş. Çok işlevsel bir yapı diye düşünüyorum içini gezerken. Sonra da sadece içini gezmek yetmez diye ekliyorum. Şöyle karşısında bir kadeh kaldırmak, buraya özgü enfes bir pizza eşliğinde şarabımı yudumlamak istiyorum.
Varsın batsın güneş, varsın yetişemeyeyim aşk çeşmesine, varsın gün geçsin İspanyol merdivenlerinden. Ben burada biraz keyif yapmak istiyorum. Ve bu dileğimi de afiyetle yerine getiriyorum.
Karşımda 2000 yıllık sütunları izlerken yine bir çok tarihî olaya şahit olmuş bu meydanda, geçmişin ayak seslerini dinliyor, içime çektiğim atmosfer damağımdaki o şahane lezzetle buluşunca eşsiz bir an çıkıyor ortaya; tekrarı olmayan! Yavaş yavaş çiğnediğim lokmalar ve ağır ağır yudumladığım şarabım da bitince yüz yıllık bir keyifle kalkıyorum masadan. Basımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda görüyorum ki çoktan terk etmiş bizi o muhteşem sarı güzellik! Olsun varsın, gecesi de güzel olur buranın deyip sokak sanatçılarının huzurlu ezgileri eşliğinde yürüyorum Roma sokaklarında. Çok sürmüyor ünlü Trevi Çeşmesi‘ne ulaşmam. Yani Fontana di Trevi : Üçyol Çeşmesi fakat Aşk Çeşmesi olarak da bilinir. Üçyol kavşağında bulunduğu için Trevi denilmesinin yanı sıra üç yeraltı suyunun bu noktada toplanmasının da etkisi var.
Tam ortasında Poseidon’un heykelinin bulunduğu çeşmede, alışa geldiği gibi ben de arkamı dönüp omzumun üzerinden paramı fırlatırken dileğimi diliyorum. Heh, tamamdır! Bu ritüeli de yaptığıma göre artık gam yemem ve bir gün yolum tekrar buraya düşer.
Hemen yanındaki dondurmacıdan da meşhur Roma dondurmamı alıp yalaya yalaya İspanyol meydanına doğru yürüyorum. Aslında meydan adını, İspanya Büyükelçiliğinin bulunduğu İspanya Sarayı'ndan alıyor. Hemen merdivenlerin dibinde yer alan bu meydanı da keyifle geziyorum.
Ve sonra 18. yüzyılda yapılmış olan merdivenlerde oturma hayaliyle yukarı tırmanıyorum ki bir görevlinin uyarısı ile karşılaşıyorum. Artık merdivenlere oturmanın yasak olduğunu öğrendikten sonra biraz üzülsem de hem saatin epey ilerlemiş olduğunu fark edip hem de ayaklarıma kara sular indiğinden yavaş yavaş otelin yolunu tutuyorum.
Ama aklımda kalıyor bu İspanyol Merdivenleri. Ben bir gün yine gelir oturmayı başarırım diye hülyalar kuruyorum dönüş yolunda.
Tek güne sığdırmaya çalıştığım Avrupa’nın kalbi Roma!
Tarih, sanat, aşk...
Nasıl güzel vücut bulmuş sende!
Doyamadım ne bakmaya ne dinlemeye...
En kısa sürede tekrar görüşmek dileğiyle...
Belki bir sevgiliyle...
Hoşçakal...
YanıtlaYönlendir
Comments