İki mavi yüz arasında kalan koyu yeşil, yüksekçe alana gözlerimi dikmiş bakarken bütün sırların, entrikaların, ikiyüzlülüklerin o dağların arkasında ve çok uzaklarda kaldığını hissettiğim o huzur ile gülümsüyorum. Yaramaz çocuklar gibi neşeli olan kayıkların, teknelerin arasından kulaklarımda motor ve rüzgâr sesi ile ayrılırken tarifsiz bir rahatlama ile beraber müphem bir heyecan kaplıyor içimi. Ne iyi etmişim de planımın dışında gelişen bu yolculuğa bırakmışım kendimi. Bir tüy kadar hafif kuş kadar özgür bir ruhtu şu an benimkisi. Belirsiz bir rotaya doğru yol alıyor olmak, sürprizlere de açık olmak demekti. Kontrolü bir kenara bırakıp olaylara aidiyetimi teslim etmek demekti. O zaman aksın zaman…
Önümde sonsuzluğa doğru süzülürken keşfetmek için geç kaldığım bu doğal güzelliğe hayran oluyorum. Bunca zaman nasıl olur da bu mavi ve yeşilin en güzel tonlarını barındıran Gökova Körfezine gelmemişim?
Bodrum ve Datça yarımadası arasında kalan bu eşsiz denizde, berraklığı ve temizliği ile gözlerimi kamaştıran koylarda yüzmek, sadece vücudumu ıslatmak değil; ruhumu arındırmak, beynimi dinlendirmek, kalbimi şefkatle okşamak demek! Ona ne kadar güzel olduğunu söyledikçe onun da beni daha sıkı ve sevgiyle sarması demek. Karşılıklı hayranlık, bir kucaklaşma…
Ve yolculuk, milattan önce 6. yüzyılda Karya Şehrinin önemli kenti olan Kedrai Antik kenti ile devam ediyor. Diğer yerleşim alanlarından onu ayıran nokta ise bir adada yer alıyor ve ulaşımın sadece denizden yapılıyor olması. Karya kral ailelerinin yazlarını geçirdiği bu Sedir adası daha sonra Rodoslular için önemli bir ticarî üs olmuş.
Şu anda bulunan antik tiyatro, dini yapılar ve liman kalıntıları ise Doğu Roma dönemine ait. 2500 yıllık tarihi olan bu Müze Ada’da benim en çok ilgimi çekense Kleopatra plajı oldu. Efsaneye göre Kleopatra ve Antonius, kumları özel olarak Kuzey Afrika’dan getirtilen bu plajda yüzmüş.
Bu çeşit altın sarısı kumun sadece Mısır’da bulunduğu düşünülürse kendimi çok özel hissedip şımarmam normal sanırım; çocuklar gibi dönmelerimi, oyun oynamalarımı ne kadar normal sayarsak işte! Bir de ayak basmanın yasak olduğu o iple çevrili kumsalda, annemle görüntülü konuşma esnasında yanlışlıkla yürümem anormal sayılabilir mi? Aslında belki de bu bir işarettir? O değerli kumlara ayacıklarım mı değdi benim? Ahh Kleopatra!
Ha bu arada lafı açılmışken Kleopatra tek bir kişi değil, Mısır Kraliçelerinin hepsine verilen addır.
Ve limana döner dönmez zaman kaybetmeden günün son ışıklarının, tabi ki Kleopatra edasıyla kurulduğum minik teknenin sıradan ahşap pruvasında, Azmak çayı üzerinde tadını çıkarıyorum. O kum ayağıma değdi bir kere! Bu özgüveni kimse alamaz benden, en azından bugün!
Neyse işte asıl demek istediğim, buz gibi suyun üzerinde, sazlıkların arasında dağın eteklerine doğru ilerlerken az sonra dağı delip içinden karşı tarafa geçecekmişiz gibi bir his uyanması!
Üstelik çıkardığımız dalgadan kaçan anne ördek ve yavrularının telaşı, bu tezimi doğruluyor sanki.
Muhteşem bir duygu; ferini azaltmış gün ışığına doğru, ayaklarımın her an suya değdi değecek bir beklenti ile yandaki restoranların neşesini ve nehrin içindeki yaşamın heyecanını izlemek!
Hiç bitmesin istediğim bu güzel gezinti, sabah sadece içinden yürüyüp geçtiğim ve her iki tekneye de iskelesinden bindiğim Akyaka keşfi ile devam ediyor. Muğla ilçesi Ula’nın bir mahallesi olan Akyaka! Geldiğim mevsimden sebep olsa gerek sessiz ve tenha oluşu, ahşaptan yapılmış tek tip evleri ve renk renk begonvilleri ile beni mest ediyor.
Bu tek tip evlerin fikir babası, Akyaka mimarisine damgasını vuran Nail Çakırhan, aslında gazeteci yazar olup mimar olmadan 1983 yılında dünyanın en saygın mimarlık ödüllerinden Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü’nün sahibi olmuş. Mimarlık eğitimi olmadan bu ödülü alan ilk kişi. Akyaka evleri diye bilinen ve başka mimariye izin verilmeyen bu doğayla barışık iki katlı ahşap evler gerçekten çok sevimli!
Muhteşem bir uykunun keyifli sabahında yeni istikamete doğru yol alırken her gezginin olmazsa olmaz o güzel rotaları barındıran yol tabelasının önünden geçerken ben de bir anı fotoğrafı alıyorum.
Ve 1938 yılının hatırası olan Aşıklar Yolu’na geliyorum. Şimdilerin uğrak noktası olup ziyaret edilen bu okaliptüs ağaçları aslında zorlu bir mücadelenin sonucu. 1930’lu yıllarda bu muhteşem Gökova körfezinin yeşili ve mavisi aynı olsa da büyük bir bataklık, sivrisinek ve sıtma sorunu mevcuttu. 4 çocuğunu bu hastalıktan kaybeden muhtar Mehmet Gökovalı’nın o zamanın Muğla valisi Recai Güreli’yi ziyaret edip çözüm istemesi, valinin de su çeken okaliptüs ağaçlarını düşünüp Avustralya’dan getirtmeye karar vermesi, namı diğer Halikarnas Balıkçısının da aracı olarak bu ağaç fidanlarının getirtilmesi ile tüm yöre halkı 3km boyunca o zamanın kullanılan Marmaris yoluna el birliği ile okaliptüs ağaçlarını dikiyorlar. Zamanla büyüyen ağaçlar bataklığı kurutuyor, sivrisinekler azalıyor ve sıtma salgını sona eriyor. Mutlu sonla biten bu güzel hikâyenin hatırası olan yol, büyük bir mücadelenin haklı gururu!
Sırada Muğla ilinin başka güzel bir noktası yer alıyor; Dalyan! Ortaca ilçesinin bir mahallesi olan bu minik yerleşim alanı Köyceğiz gölünden akıp gelen Dalyan nehri üzerinde su kasabası tadında.
Aslında biraz coğrafya bilgimizi hatırlarsak Köyceğiz Gölü’nün bir zamanlar Akdeniz denizinde koy olduğunu yıllar içerisinde Calbys nehrinin taşıdığı alüvyonlarla Dalyan Koyunun oluşup denizden koptuğunu hatırlayabiliriz. Böylece dünyanın en karışık ve muazzam lagün sistemi oluşuyor.
Gezegenimizde buna benzer sadece 7 yerin olduğunu düşünüp üstelik tatlı su ile tuzlu suyun karışmadığı ne muhteşem bir yerdeyim diye iç geçiriyorum.
Daha önce görmüş olmama rağmen bambaşka bir heyecanla, bir yanımda Dalyan’ın kenarına dizilmiş kayık ve tekneler yer alırken bir yanımda sazlıklardan oluşan bu labirentin üzerinde deltanın yamaçlarını süsleyen Kaunos Kral Mezarlarını izliyorum.
Urartu, Frig ve Likya gibi Anadolu’daki eski medeniyetlerde kaya mezarlarını görebiliyoruz. Ve inanışa göre bu mezarlar ne kadar yükseğe inşa edilirse o kadar tanrıya yakın olunurmuş. Bu yüzden önemli kişilerin mezarları çok daha yukarılara yapılmış. Bugün bile bu zor yamaçtaki mezarların hangi teknik kullanılarak inşa edildikleri net değilken bu tarihi sanat eserine hayran kalmamak elde değil.
Mezar varsa elbette şehir de vardır; Kaunos Antik Kenti. Durun tahmin edeyim, bunu duymamıştınız. 2014’te UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde alındı ama hala çok bilinen antik kentlerden biri değil.
Kaunos, Dalyan Koyu alüvyonlarla bloke olmadan önce Karya’nın deniz kenarındaki şehirlerinden biriymiş. Herodot’un aktarımına göre halk aslen Giritli olduklarını söylüyormuş. Dilleri Karyalılarınkine yakınsa da sosyal yaşantıları hem Karya’dan hem de komşu olduğu Likya’dan çok farklıymış. Özellikle de kadın, erkek ve çoluk çocuk sık sık şarap içmelerine şaşırmış Herodot.
M.Ö. 10. yüzyılda kurulan Kaunos M.S. 15. yüzyıla kadar önce Persler’in, sonra İskender’in sonrasında, Rodos Krallığı, Bergama Kralığı ve Roma İmparatorluğu’nun egemenliğinde bir yaşam alanı olmuş. Zamanla limanın alüvyonlarla dolmasıyla liman statüsünü kaybetse de varlığını sürdürmüş. 15. yüzyılda Türkler tamamen ele geçirince ve şehirde de sıtma salgını patlak verince şehir terk edilmiş.
Aaa tabi ki buranın da bir mitolojik hikayesi var. Efsaneye göre Apollo’nun oğlu Miletos’un biri kız diğeri erkek ikiz çocukları oluyor: Kaunos ve Byblis. Byblis, büyüyünce erkek kardeşine âşık oluyor. Kaunos ise yine iki rivayete göre ya babası tarafından ülkeden kovuluyor ya da kendi isteği ile bu aşka karşılık vermeyerek ülkesini terk edip Dalyan’a gelip kendi adını taşıyan Kaunos’u kuruyor. Byblis hem aşkına karşılık bulamayınca üzüntüsünden hem de bu ayrılığa dayanamadığından göz pınarları kuruyuncaya kadar ağlıyor ve bir kayadan atlayarak intihar ediyor. İşte Dalyan’ın labirenti andıran kanalları da Byblis’in gözyaşlarından oluşuyor. Ahh ne trajik bir öykü…
Tekne kanal boyu ilerlerken bu hazin hikâyeyi düşünmek canımı sıksa da sonunda kavuştuğum geniş ve tenha kumsal keyfimi yerine getirmeye yetiyor.
Tatlı ve tuzlu suyu ayıran çok özel bir plaj, karetta karettalara da ev sahipliği yapıyor. Her yaz çok uzak yollardan gelerek sadece yumurta bırakmak için tercih ettikleri bu koy, aynı zamanda kendilerinin de doğum yeri. Böylece bir kaplumbağa doğduğu yere yavrulamak için dönmüş oluyor. Yani bu sevimli su hayvanı, atasının 7 ceddi değil 70 ceddi boyunca buralı. Nereli? İztuzu plajlı ya da Dalyanlı…
Bu noktada Dekamer’den bahsetmesek olmaz. Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi. Sahilin bir ucunda bulunan bu tedavi merkezi sahile yumurtaların yerini belli edip koruyacak kafesler bırakarak yavruların güvenli denize dönmesini sağlarken yaralanmış kaplumbağaları da tedavi ediyor. Gönüllü kalıp yardım edebileceğiniz bu yer, insanın zihninde farklı bir ufuk açıyor ve az da olsa doğaya olumlu bir katkıda bulunmak ruhumu iyi hissettiriyor.
Tertemiz denizine incecik kumuna doyamadan ayrıldığım bu Avrupa’nın en iyi on plajından biri seçilmiş İztuzu plajını şimdiden özleyeceğim.
Aralarında göl ve deniz ekosistemlerini birbirine harmanlayan bambaşka bir habitat oluşmuş ve inanılmaz bir doğal zenginliğe ev sahipliği yapan bu lagün, olağanüstü bir etki bırakıyor bende.
Geri dönerken avlanmak için kanalın yüzeyine çıkmış Nil Kaplumbağasını görünce inanılmaz heyecanlanıyorum.
Şaşkınlıkla su yüzeyine çıkışını, kafasını uzatışını ve ardından kulaç atarak tekrar derinlere yüzüşünü seyrediyorum. Bunu görebilmiş olmayı bir şans sayarak da dönüş yolunda bu muhteşem coğrafyanın tadını çıkarıyorum.
Öğleden sonra çok sevdiğim Ölüdeniz’in turkuaz renkli sularında yüzerken daha sonra ise bembeyaz ahşap sandalyede, yukarıdan sarkmış bambuların gölgesinde buz gibi biramı yudumlarken iki gün içinde bu fevkalade coğrafyada yaşadığım hazzı düşünüyorum.
Akşam ise Fethiye’nin Çalış Plajında elimde şampanya dolu kadehimi gün batımına karşı yudumlarken Akdeniz Akşamları şarkısını mırıldanıyorum. Akdeniz akşamları gerçekten bir başka oluyor… Bu sıcak denizin suları da doğası da harikulade… Bundan ötürüdür ki binlerce yıldır birçok yaşama ev sahipliği yapmış. Bundan sonra da güzel izler, hatıralar barındırmasını dileyerek kadehimi bu güzel coğrafyaya kaldırıyorum!
Yine dokundun gönül telime…Duygu örüntüsü,sözcük sarmaşığı,okudukça dalıp gittiğim zengin derinlik…Kaleminden dökülen ışığıyla saygıyla🧜♀️
Güzel Yurdum,un Cennet köşelerinden bir bölge, bunu da çok güzel ifadeler, çok güzel bir anlatım ve çok güzel görsellerle bize yansıttığınız için sonsuz teşekkürler 🙏👌👍👏👏👏