top of page
Ara
Yazarın fotoğrafınuray çalışkan

KUŞADASI'NDA SAKLI BİR CENNET...

- Yok artık o kadar da kötü, eski ve rutubetli olamaz! Kirli nevresimler de cabası... Tek iyi tarafı sıcak suyun varlığı. Doğrusu burası için lüks bile sayılır.

Diye söyleniyorum, küçük barakayı bana gösteren esmer cılız kızcağıza. Oysa mahcubiyet bir yana, var olan kahvaltı ve deniz için övgü yağdırıyor kendisi bu bungalov tarzı çadır kamp alanına.



Günün geri kalanı da kaçırmak istemediğimden, çok hoşlanmasam de razı oluyorum tüm kötü şartlara. Benim için en güzel tarafı ise Kuşadası milli parkına çok yakın; neredeyse dibinde olması. Şirince‘de kaldığım efsane güzel yerden sonra burada zorlanacak olsam da idare edebilirim. Oysa yolda gelirken daha iyi şartlar hayal etmiş miydim? Etmiştim doğrusu. Yorumlardaki kadar berbat değildir demiştim. Fazlası var eksiği yok.

Kuşadası benim için çok özel bir öneme sahip, üniversite yıllarımı geçirdiğim Aydın'ın ilçesi olan bu minik deniz şehri, hep güzel anılarla dolu hafızamda. Bu yüzden hazır yolumuz da düşmüşken şehir merkezine uğrayıp biraz özlem gidermek çok güzel olur diye düşünüyorum. Şehrin simgesi haline gelen güvercin uçuran el heykeli ve arkasında renkli evleri ile şehrin bir bölümü, sonrasında ise Güvercin Ada...



Ah o ada kenarındaki meyhaneler de pek keyifli oluyor...



Anılarıma gülümseyip yola devam ediyorum. Güzelçamlı'daki bu son yerleşim alanı, muhteşem koylara sahip milli parkın dibinde olduğu için kötü şartlarına rağmen tercih sebebim oluyor. Ve hazırlanıp o özlediğim, değişmiş mi diye merak ettiğim parkta alıyorum soluğu. Kırmızı'nın camını aralamamla birlikte çam kokusu doluyor içeriye.



Uzun ağaçlar yemyeşil görüntüsüyle şahane gözüküyor. Dalga sesi ve cırcır böceklerinin sesini duyunca heyecanlanıyorum. Tam olarak kullanıma açık dört koy olduğunu bildiğim parktaki ilk koy; İçmeler, kumsal plajı ve sığı deniz ile daha çok çocuklu ailelerin ilk tercihi oluyor.



Ben burayı direkt eleyip, 2. koy olan Aydınlık plajına iniyorum. Hafta içi olmasını rağmen biraz kalabalık ve bu durum beni üçüncü koya yönlendiriyor. Üçüncü koy Kavaklıburun. Bu da ikinci koy gibi çakıl taşlardan oluşan ve hızlı derinleşen bir denize sahip; tıpkı benim sevdiğim gibi. Tam denizin dibinde, tek başına tüm zorluklara göğüs germiş, aykırı, asi, sıradışı duruşuyla bir çınar ağacının gölgesini seçiyorum; oturup denizi izlemek için.



Nedense hafif esintisi ile serinliği öyle iyi geliyor ki bana hızlıca karar veriyorum. Bu tatlı duygularla kamp sandalyemi ve sağlıklı atıştırmalıklarımı kapıp kuruluyorum bu nadide yere.

Orada tanıştığım yine iki güzel insan eşlik ediyor bana. Gün boyu yeni hikayeler dinlemenin, ılık suyun ve sessiz koyun tadını çıkarıyorum.

Büyük Menderes nehrinin deltası şeklinde olan bu Dilek Yarımadasında yer alan Milli park ve koyları için 'Muhteşem' kelimesi az kalır.



Suyun parlaklığı, temizliği ve taşların rengi beni benden alıyor. Üzerimde Çınar ağacı, arkamda çam ormanı... Ciğerlerim resmen bayram ediyor. Kimsecikler de yok. Oh mis gibi... Mevsimlerden Sonbahar, aylardan Eylül, günlerden hafta içi olmasının bunda etkisi büyük. Renk renk çakıl taşlarını izlerken suyun geri çekilme hareketi ile ruhumun arındığını hissediyorum.



Yavaşça yerimden kalkıp çam kokulu havayı içime çekerek ileriye doğru yürüyorum. Deniz dışarıdan daha sıcak olduğundan girmekte zorlanmıyorum. Su zerreciklerinin nazikçe okşadığı bedenim, özgürlük hissinin sonuna kadar tadına varıyor. Yerçekimine karşı yarışan suyun kaldırma kuvveti ile hafifleyen ruhumdu sanki kütleme inat. Uçuşan dağınık düşüncelerle dolu zihnimdi; temizlenen, arınan, düzene giren.

İleriye kulaç attıkça olumsuzlukları geride bırakıyordum. Ah bu suyun pozitif gücü! Her şeyi temizlediği gibi nasıl da terapi oluyordu tüm soyut yanlarımıza. Ve bugün dingin bir şekilde bu koydan ayrılırken, dördüncü ve son koyu, Karasu'yu da merak ediyorum. Diğer üç koy gibi şahane olan bu plajı da gördükten sonra dönüş yolunda bir sürpriz bekliyor beni. Evcilleşmiş yaban domuzları acıkmış olmalı ki yola dökülmüşler. Seyircilere aldırmadan yemek arıyorlar.



Harika bir günün ardından, gün batımında, şöyle enfes bir akşam yemeğini mideme afiyetle indirip barakama dönüyorum.




Kötü oda şartlarına aldırmadan, sıcak suya şükredip, saç kurutma makinesini kaldırmayan elektrik tesisatı yüzünden ıslak saçlarla yatıyorum; kuru havlularımı yaydığım kirli yatağa...

Bütün olumsuzlukları görmezden gelip deliksiz bir uyku çekiyorum. Ve her sabah olduğu gibi gün doğmadan uyanıyorum yine. Bu sefer amaç Milli Parkta bol oksijenli yürüyüş yapıp denize girmek! Bu yüzden plaj terliklerimi geçiriyorum ayağıma, plaj çantamı da omzuma.



Milli parkta, sabah belli saatlerde, giriş ücreti alınmıyor; özellikle spor amaçlı gelenlerden. Bunu öğrenerek devam ediyorum uzun soluklu yürüyüşüme. Denizden gelen dalga sesi ve çam ormanından gelen yoğun oksijen kokusu ile yine büyülenmiş bir şekilde ilerliyorum.



Dağların arkasından güneş, yavaş yavaş yükselip yüzünü gösterirken ben bulunduğum cennete inanamayarak gülümsüyorum. Havasından mıdır nedir, herkes gülümsüyor. Hiç tanımadığım bu insanlar sürekli selam verip 'Günaydın!' diyor. Müthiş değerli hissediyorum. Spor yapan, bisiklete binen, erken saatte yüzen insanları gördükçe de artıyor mutluluğum. Gurur duyuyorum herkesle...



Bu heyecan ve coşku ile tahmini 8 km yürüyüp ikinci koya ulaşıyorum. Ancak havanın git gide ısınıyor olmasından ve guruldayan midemden denize girmeden geri dönüyorum. Güneş ışınlarını ensemde hissediyorum. Sırtımdan akan ter, tişörtümü ıslatıyor. Kolumdaki çanta giderek ağırlaşıyor. İçindeki sallanan su sesi ve diğer malzemelerimin çıkardığı sürtünme sesi beynimi yormaya başlıyor. Artan sıcaklıkla çam kokusu yükselirken vızıldayan arı sesi de ayyuka çıkıyor. Her an beni sokmalarından tedirgin hızlanıyorum. Dememe kalmadan bir tanesi çoktan korkumu gerçekleştiriyor. Neyse ki bal arısı...

Şapka ve spor ayakkabısı almadığım için pişman bir şekilde söyleniyorum. Parmak arası terliklerim de canımı acıtıyor. Sadece parmaklarım değil, ayak tabanlarım da incecik terliği delip geçen taşlardan inciniyor. Neredeyse sürünerek ilerliyorum. Üstelik çok uzaklaştığım için ortalıkta kimseler de yok. Ayaklarıma bakıp tam kendime acıyıp üzülecekken bir anda gelen aydınlanma ile mutlu oluyorum. ''İyi ki ayağımda terlik var, ya hiç olmasaydı...''

Bu pozitif düşünce tüm enerjimi geri getiriyor ve anlamadığım bir hızla, çıkışa yakın olan birinci koyda buluyorum kendimi. Resmen koşarak giriyorum denize. Cos sesini duyar gibi oluyorum hatta.


Tüm acılarımı unutup daha doğrusu denizde bırakıp yenilenmiş bir şekilde merdivenleri çıkıp son dönemeci alıyorum. Ve işte böylece beni bekleyen leziz bir kahvaltıya doğru yürürken çok sevdiğim Kuşadası Milli Parkı’nı karış karış gezmiş olmanın sevincini hissediyorum kalbimde.

İstikamet Alaçatı... Şöyle Aya Yorgi koyunda keyif yapma zamanı... Oradaki ilginç maceramı ise bir dahaki yazıya bırakıyorum... Sevgilerle, görüşmek üzere...



529 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

2 Comments


hicrankaymaz
hicrankaymaz
Oct 17, 2020

Yine okunası bir yazı🙂Ama çok çabuk bitiyor 😞kaleminize yüreğinize sağlık👍🏻👍🏻👏🏻👏🏻👏🏻👏🏻Tek kelimeyle Bayıldımmmm

Like
dr.nuraycaliskan
dr.nuraycaliskan
Sep 20, 2021
Replying to

Çok teşekkür ederim ☺️

Like
bottom of page