Meğerse ismini pek işitmediğim ne güzel köyleri, kasabaları varmış İtalya’nın; konumlarına, mimarilerine, şaraplarına bayıldığım...
Raylar üzerinde giden minik bir dağ teleferiği ile çıkıyorum, tüfler üzerine kurulmuş eski, ortaçağ şehri Orvieto'ya. Gotik mimariye sahip eşine az rastlanan, sanat harikası Katedral karşılıyor beni.
Kapısındaki bronz kabartmalar, ön cephesindeki İncil’de geçen olayları tasvir eden heykelcikler ve uzaktan bile parıldayan, göz kamaştıran altın sarısı mozaikler birleşince muazzam bir şahaser çıkıyor ortaya. Uzun uzun inceliyorum elbette... Ve o dönemin meşhur sanatçılarından Luca Signorelli'yi düşünüyorum;1499’da geldiği Orvieto'da, üç yıl gibi zamanın koşullarına göre kısa sayılabilecek bir sürede, kendisini daha da meşhur edecek olan fresklerini yapıp bitirişini, özellikle cennet ve cehennemlikler adlı iki freskini...
Orvieto'nun minik, dar sokakları ve evleri orta çağı dokusunu olduğu gibi günümüze taşıyor. Ve ben bu sokaklarda kaybolmaktan korkmadan, özgürce dolaşırken sırtımda hissettiğim güneş ışınları içimi ısıtıyor.
Yıllardır var olan bu taşların, bu duvarların da içini ısıtmış mıdır güneş? Ne de olsa yüzyıllardır buradalar. Yoksa ısıtmak şöyle dursun, eskitmiş, yıpratmış mıdır tenlerini, kavurmuş mudur anılarını? Belki de eritmiş, yok etmiştir, çoktan unutulmaya yüz tutmuş hatıralarını, tarihlerini ? Aslında tam da şimdi, bu akıl ve duygu karışıklığında, vadiye bakan bir yer bulup buraya özgü beyaz şaraplarından tatmak vardı ya ,neyse … Son teleferik saatine anca yetişiyorum.
Çok daha şirin bir kasabaya geliyorum . O da Orvieto gibi yüksekte ve bir vadi kenarında. Ama Orvieto gibi sarı ve kırmızıdan ziyade yeşilin hakim olduğu, göl kenarında bir köy; Nemi.
Burasının meşhur turtacısında alıyorum soluğu. Uçurumun kenarında, göl manzaralı, leziz turta yeme hissi, enteresan, yürek hoplatan mı demeliydim, bilemedim! Ama öyle leziz ki bu hamur işleri; kendimden geçiyorum.
Üzerinde kullanılan mor-kırmızı orman meyveleri öyle taze ki... Satıldığı dükkan da hemen pastacının yanı. Elbette biraz ondan da alıyorum ve göl kenarına iniyorum.
Taze ve temiz havayı çekiyorum içime derin derin, yeşil ve mavinin de tadını çıkarıyorum... Enfes bir manzara!
Gölden buharlaşan nem, havaya karışıp üzerime yapışsa da ferah ve mutlu hissediyorum. Yukarı çıktığımda ise tekrar geri dönüp uzaktan şöyle bir köyü seyrettiğimde de aynı sevinci hissedip görüntüyü iyice hafızama kazıyorum.
Kısacası buranın atmosferini ve bu minik köyü çok seviyorum. Bir de Çanakkale'deki İntepe köyü ile kardeş köy olduğunu ve orada çekilen Kiraz Mevsimi adlı bir dizide, buradaki köyden İtalyan bir oyuncunun olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Hatta o oyuncuyu kendi dükkanında ziyaret edip biraz sohbet ettiğimi de eklemeliyim.
Sırada ulaştığım kasaba da yine bir göl kıyısında ve yine uçurum kenarında. Adı mı? Castel Gandolfo...Albano Gölü'nün hemen üzerinde olan bu yer, aslında Katolik Kilisesinin lideri Papa’nın, bir gelenek olarak yazın tatil yaptığı kasaba olup bu şekilde ün salmıştır.
Çok hoş bir manzarası olan, bu sevimli kasabanın terasında, renk renk çiçekler arasında bir fotoğraf çektirmek sanırım benim için en keyifli andı.
Ve Siena ...
Bir diğer tarihî, dar sokakları olan minik bir kasaba daha.
Buranın hemen girişinde, sevdiği, mükemmel erkeği beklerken pencerede taş olmuş bir kadının heykeli karşılıyor beni.
Hem şaşırıyor hem hak veriyorum bunu yapan sanatçıya. Evet mükemmel insan yoktur! Hem kadın için hem erkek için. Öyle hayal ettiğin gibi muhteşem, yakışıklı, karizmatik, inanılmaz bilgili, kültürlü, hem şefkatli hem cazibeli, mütevazi, anlayışlı, hoşsohbet, espritüel, her konuda yardımcı ve kariyer sahibi bir erkek yok! Onu beklemek, ancak hiç gelmeyeceğini bildiğin ölmüş birini beklemeye benzer. İşte o zaman da taş olursun böyle, taş! Siena, böylece daha girişte şaşırtıyor beni. Sokaklarında dolaştıkça yine hayran kalıyorum o evlerine ve mimarisine... Tabi ki inançları gereği bol bol kilise katedral görüyorum her gittiğim bölgede. Buranın özellikle Piazza Del Campo denilen meydanı, Avrupa’nın en büyük ortaçağ meydanlarından biri olarak kabul edilmekte olup, güzelliği ve mimari bütünlüğü dünyaca ünlüdür!
Limon çellosunun da meşhur olduğunu öğrendiğim bu bölgede, gökyüzünü delercesine uzanan saat kulesine karşı meydan manzaralı birkaç kadeh içeyim demeye kalmıyor, yetişmem gereken diğer yerler geliyor aklıma. Bir taneyi hızlıca devirip geri dönüş yoluna geçiyorum.
Ama hemen ayrılamıyorum bu kasabadan. Buranın riciarelli adındaki kurabiyelerinin de ünlü olduğunu öğrenince güzel bir cafe latte (başına kahve koymazsanız, İtalya'da latte deyince süt veriyorlar) ile denemek geliyor içimden.
Nitekim iç sesimi dinliyorum da... Tadı, kokusu ve kıvamı yumuşacık olan bu kurabiyeye bayılıyorum.
Ve her ikisinin tadı damağımda San Gimignano'ya geliyorum. Artık şaşırmadığım, o muhteşem mimarî ve dar sokaklar elbette burada da var. Onlardan hiç bahsetmiyorum bile ama ya o incecik hamuru ve uzayan peyniri ile tadı muhteşem olan enginarlı pizzaya ne demeli?
İtalya’da sıradan her köşe başında ayaküstü yenen tüm pizzaları acayip lezzetli iken buranın meşhur enginarlı pizzasının tadı bambaşka...
Ve tüm dünyada birinci seçilen dondurması.
Gerçi o dondurmaya ulaşmak için saatlerce kuyrukta beklemek pahasına da olsa bu lezzet denenmeliydi. Ben bir fark gördüm mü? Pek sayılmaz . Belki dondurma konusunda damak tadım yeterince gelişmemiştir. Ama ünlü ve birinci ise denemeye değerdi; özellikle incirli, lavantalı ve şaraplı olanı... Ve sonra çok merak ettiğim başka etkileyici bir kasabaya doğru yol alıyorum; Portofino‘ya... Şarkılara konu olmuş muhteşem güzelliği, bana burası aşk şehri dedirten rengarenk, cıvıl cıvıl evleri ve görüntüsü...Santa Margherita'dan minik bir deniz otobüsüyle varmaya çalıştığım, bir burunun arkasına saklanmış, minicik bir körfezi olan yeşillikler içinde, aniden tüm görkemiyle karşınıza çıkıveren sarı-turuncu şehir...
Nasıl da romantik, nasıl da şirin... İçine çekiveriyor insanı, tüm sokaklarını gezme arzusu veriyor; kendisine hayran hayran bakan gözlere. Ve tutamıyorum kendimi. Neredeyse koşar adım bir çırpıda önce bir yanını sonra biraz daha ağır adımlarla da diğer tepesini geziyorum. Hep hayalini kurduğum o müthiş manzarada takılıp kalıyorum en son...
Aylardan Ekim, mevsimlerden sonbahar! Ama öyle bir güneş var ki... Evlerin rengini daha da sarartıyor bu sıcaklık... Denizin mavisi bu sarı renk ile kaynaşıp üzerine bir de yeşil eklenince bakmaya, koklamaya doyamadığım, huzurlu, müthiş bir manzara çıkıyor karşıma...
Tam da düşlediğim gibi tekrar '' I found my love in Portofino...'' sözcükleri dökülüyor ağzımdan ve arka fonda bu şarkının melodisi çalarcasına devam ediyorum mırıldanmaya. İşte buradayım; defalarca klibini izleyip müziğini dinlediğim, merak ettiğim, hayran olduğum Portofino'da...
İyice belleğime kazıyorum tüm duyu organlarımla hissettiklerimi... Ve bu sadece bir başlangıç, bir yolu öğrenme durumu, hele bir ayağım alışsın hep gelirim ki buraya...
O zamana kadar da manzarama eşlik eden şarkıyı mırıldanmaya devam...
Tekrar görüşmek dileğiyle...
YanıtlaYönlendir
Hocam yine muhteşem tasvir. Eline, kalemine yüreğine sağlık.
Bayıldım👏🏻👏🏻👏🏻Kalemine yüreğine sağlık
Taş olursunuz öyle bekleye bekleye taaş :) Portofino muhteşemmiş..
Kalemine emeğine sağlık.
Kalemine sağlık (çilekler müthiş)